Henüz bilgisayarın adını bile duymadığımız yıllardı. Okul karneleri basılı karton bir kağıda elle yazılırdı. Ön yüzünde “Ey Türk Gençliği” diye başlayan “Gençliğe Hitabe” ve bunun altında Atatürk’ün resmi olurdu. En arkada ise bu karnenin ne ifade ettiğini anlatan bir açıklama. Tabii ki asıl heyecan yaratan yeri iç sayfadaki notlar bölümüydü.
İlkokul ikinci sınıfta, şubat tatiline gireceğimiz okulun son günü, derslerimin iyi geleceğini tahmin etmeme rağmen tabii ki ben de heyecanlıydım diğer arkadaşlarım gibi. Bir hediye öykü kitabıyla birlikte öğretmenimizden karnelerimizi aldık sırayla, kimimiz sevinçli kimimiz üzgün olarak. Son ders zilinin çalmasıyla koşarak okuldan çıktık. Eve gelirken yan sınıfta okuyan mahalle arkadaşım Metin’le birbirimize karnelerimizi gösterdik, gururla. O an farkettim ki benimkinde bir gariplik vardı. Onun karnesinde olduğu gibi ön yüzünde ne Atatürk resmi ne de Gençliğe Hitabe yer alıyordu. Bunların yerine sadece daktilo yazısıyla: “Türkiye cumhuriyeti insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Anayasa madde 2” yazıyordu benimkinde ve hemen altında büyük harflerle Atatürk’ün “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” sözü. En arkada, yine Atatürk’ün “Hayatta en hakiki murşit ilimdir” deyişinin altında, “Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları, topluma yararlı kılacak tedbirleri alır. -anayasa madde 50″ ibaresi bulunuyordu. İç sayfada not çizelgesinin altında ise,”İlköğrenim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için mecburidir ve DEVLET okullarında PARASIZDIR. -Anayasa madde 50”, yan sayfanın altında “Halkın öğrenim ve eğitim ihtiyaçlarını sağlama devletin başta gelen ödevlerindendir. -anayasa madde 50” yazıyordu. Ayrıca okul müdürünün imzası ve mührü de yoktu. Biraz kalınca beyaz bir kağıda teksirle basılmıştı.
Bu sıradışı karneyi ailem görünce saşırmışlardı. Hatta bunu sen mi hazırladın diye sormuşlardı bana, şakayla karışık. Nedenini annemle çocuğu bizim sınıfta okuyan komşumuz aralarında konuşurken duymuştum. 23 yaşındaki bayan ilkokul öğretmenimiz, çoğunluğunu dar gelirli ailelerin çocuklarının oluşturduğu sınıfımızdan “karne parası” almamak için kendisi hazırlamıştı karnelerimizi. Hatta bunun için okul müdürüyle tartışmıştı.
Uzun yıllar sonra, bana bu satırları yazabilmeyi öğreten ilkokul öğretmenimi Facebook’ta buldum. Geçen ekim Kadıköy İskelesi’nin üstündeki restaurantta buluştuk. Bolca konuşup hasret giderdikten sonra çantamdan bu ilkokul karnemi çıkarıp öyküsünü sordum ona. Gözleri ışıl ışıl gülerken yıllar öncesine gitti o an. O yıl, Türkiye Öğretmenler Birliği, devletin anayasada garanti altına aldığı parasız eğitimle ilgili maddeye dayanarak okullardan ‘karne parası” adı altında ücret toplanmaması yönünde bir karar almıştı. Öğretmenim bu kararı, yine kendisi gibi ilkokul öğretmeni olan ve hukuk fakültesinde okuyan eşiyle birlikte okul müdürüyle tartışmış, olumsuz yanıt alınca ilçe Milli Eğitim Müdürü’ne gitmişlerdi. Fakat onun da yanıtı olumsuz olmuştu. Bu sefer de, İl Milli Eğitim Müdürü’yle görüşmüşler, onun “olabilir” demesi üzerine parasız karneyi kendi imkanlarıyla hazırlamışlardı. Belki de dernek üyelerinden sadece ikisi cesaret edebilmişti buna. 12 Eylül’den sonra, bu hareketleri devlet tarafından karşılıksız bırakılmamış, fişlenmişler ve maaş cezasına çarptırılmışlardı.
İlkokul öğretmenimle ayrılmadan önce birlikte rıhtım boyunca Karaköy İskelesi’ne doğru yürüdük. Sağımızdaki Atatürk’ün altın rengine boyanmış, tahta başında yeni alfabeyi öğreten heykeli, yazdan kalma sonbahar güneşinde parlıyordu. Artık siyah önlük giymeyen, okuldan yeni çıkmış öğrenciler geçti yanımızdan, heyacanlı konuşmaları martı seslerine karışarak. Ne onların, ne konservatuar yanındaki çicekçilerin ne de vapura yetişmek için koşanların bir fikri vardı geçenlerde oylanan yeni anayasadaki eğitimle ilgili maddeler hakkında… (NY)